14 Kasım 2012 Çarşamba

Saraçoğlu Şükrü'nün marifetleri

Önceki hafta bu köşede Fenerbahçe'nin eski başkanlarından olup 4 yıl başbakanlık yapmış Şükrü Saraçoğlu'nun Milli Mücadele'den kaçtığı tartışmasını gündeme getirmiştim.

Konu, Yiğit Bulut gibi yazarların ilgisini çekerken, bir yazarın "hezeyan-name"sine tanık olduk. Derken Fenerbahçe-şike operasyonuyla Saraçoğlu ismi yeniden gündeme geldi. Böylece 26 Haziran tarihli yazımda eksik bıraktığım noktaları tamamlama, dahası, köpeksiz köyde değneksiz dolaşmaya alışmışlara cevap verme fırsatı kendiliğinden doğmuş oldu.

Önce hatırlatma: 1946 seçimlerinde İstanbul'dan seçilen eski FB'li milli futbolcu Zeki Rıza Sporel'in mazbatası İstiklal Savaşı'nda Anadolu'ya çağrıldığı halde gitmediği gerekçesiyle CHP'lilerin oylarıyla iptal edilmiş, bunun üzerine DP'nin ağır toplarından Refik Koraltan Meclis'te, eğer bu ölçüyle bakacak olursak bazı bakanların bile Anadolu'ya geçmediklerinin bilindiğini gündeme taşımıştı. Bombanın pimi çekilmiş, hem Meclis, hem de basın, Koraltan'ı dilinin altındaki baklayı çıkarmaya davet etmişlerdi.

Bir yandan tahminler yapılırken, Koraltan nihayet Tasvir gazetesine İstiklal Savaşı sırasında İtalyan ve Yunan pasaportu taşımış olan bir ismi açıkladı: Eski Maliye Bakanı Fuat Ağralı. Fakat asıl üzerinde durulan kişi, daha birkaç ay öncesine kadar Başbakanlık koltuğunda oturan Şükrü Saraçoğlu olmuştu. Manşetlerden bir türlü inmeyen, hatta TBMM'de bile tartışılan konuyu, ancak Sıkıyönetim Komutanlığı'nın koyduğu basın yasağı dondurucuya koyacak, Saraçoğlu'nun Milli Mücadele'den kaçtığı halde nasıl bakan ve başbakan olabildiği sorusunun üzeri örtülecekti.

Amacım, hazır Hatip Dicle'nin mazbatası iptal edilmişken 65 yıl önce meydana gelen bu tartışmayı gündeme taşımak, geçmişten bugüne bir pencere açmaktı. Şimdi devam ediyoruz dosyanın sayfalarını çevirmeye.

İstiklâl madalyası meselesi

İddialar üzerine Şükrü Saraçoğlu hemen cevap vermez, satranç oynamaya devam eder. Neden sonra CHP'nin resmi gazetesi olan Ulus'ta ve Cumhuriyet'te bir açıklaması çıkar. Besbelli kendisini Milli Mücadele'ye hizmet etmiş göstermek için çırpınmaktadır. Lakin bazı karanlık noktalar vardır açıklamasında. Şimdi açıklamasını özetleyelim.

Saraçoğlu İsviçre'deyken İzmir'in işgali üzerine Kuşadası'na dönmüş. Ödemiş düşman işgali altında bulunduğu için bir arkadaşının evinde kalmış. "Heyet-i milliye"lerden birini kurup "küçük fakat azimli ve silahlı bir kuvvet" toplamışlar. (Demek istiyor ki, ben Milli Mücadele'ye katılmak için emir veya davet beklemeden katılmışlardanım.) 1919 yılı sonunda Meclis-i Mebusan seçimlerinde aday oluyor ve seçiliyor ama dağlar bir türlü(!) Kuşadası'ndan İstanbul'a yol vermiyor! Aradan 4 ay geçiyor, kahramanımız nihayet İstanbul'a varıyor ama şu talihsizliğe bakın ki, Meclis İngilizlerin baskınından sonra kapanmış, kendisi de aranmaktadır. Yeniden Kuşadası'na dönüyor. Bundan sonra Köşk, Nazilli, Aydın, Koçarlı, Söke ve Kuşadası cepheleri yıkılıncaya kadar elinden geldiği kadar hizmet ediyor. Ancak bu sırada Mustafa Kemal Paşa mebusları davet ettiği ve 7 ay süre verdiği halde Ankara'ya da gitmiyor. "Gitmedim, çünkü gidemezdim" diyor "Efe Başbakan"ımız. Ödemiş dağlarında ol mertebe cengâverlik eylemiştir ki, gözünü açıp da Ankara'nın yollarını bulamamıştır bir türlü. İki defa Meclis'e çağrılan ama ikisine de gitmeme başarısını gösteren kahramanımız, "Cephedeki hizmetlerimin mükafatı olarak göğsüme kırmızı şeritli İstiklal Madalyası takıldı." demeyi de ihmal etmiyor. (13 Aralık 1946)
Şükrü Saraçoğlu (sağdaki) Mahmut Esat Bozkurt ile birlikte.
İstiklal Madalyası dosyasını açacak olursak iş uzar. Bırakın Meclis'ten kaçanlara, İstiklal Savaşı'na karşı çıkanlara bile verildiğini bilmiyor değiliz. Eğer satılmadıysa dedesine İstiklal Madalyası'nın savaş bittikten 5 yıl sonra verildiğini görecektir (28 Mart 1927). Nice hak edenlere verilmeyip hak etmeyen torpillilere bol keseden dağıtıldığı ise bir bahs-i diger. Demek ki, Saraçoğlu'nun İstiklal Madalyası'nı Milli Mücadele'ye hizmetine kanıt olarak göstermesi lüzumsuz bir gayretkeşlikten ibarettir.
Saraçoğlu hem ayıbını örtüyor, hem de eksik anlatıyor. Maddeler halinde sorgulayalım:
1) Kurduğunu söylediği "heyet-i milliye"de acaba neler yapmıştı Saraçoğlu? Alman istihbarat servisinin 15 Temmuz 1919 tarihli raporu çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Buna göre Mahmut Esat (Bozkurt) ve Şükrü (Saraçoğlu) beyleri İsviçre'den gönderenler İtalyanlardı. İsviçre'de tanıştıkları İtalyan ajan ve komutan Accame tarafından "İlerleyen Yunan işgaline karşı İtalya lehine propaganda yapmaları için" gönderilmişlerdi. Malum, İtalya o tarihlerde Milli Mücadele'yi destekliyor, yalnız silah ve cephane vermekle kalmıyor, İzmir bölgesindeki direnişi de örgütlemeye yardımcı oluyordu. (Berlin'deki Politisches Archiv des Auswartigen Amtes'te bulunan R 21282, 831 No'lu belge. Akt.: Hans-Lukas Kieser, Türklüğe İhtida, İletişim: 2008, s. 148.) Nitekim İtalyan işgali altında bulunan Rodos adasına gidip orada bir süre kalmış olması da bunun kanıtıdır.
2) Bir ara Demirci Mehmed Efe'nin yanında bulunmuş, ve Efe'nin tercümanlığını yapmıştır. Ne tercümanlığı bu? diye soracak olursanız, elbette İtalyanlarla kurulan iyi ilişkileri düşünmeniz gerekecektir.
3) 1946 Aralık'ında İzmir Gazetesi muhabiri Tuğrul Deliorman, Aydın cephesinde bulunmuş yaşlı insanları bulup konuşmuşsa da kimse Saraçoğlu'nu hatırlamamış, onu hiçbir cephede görmediklerini söylemişlerdir. O tarihte Koçarlı CHP başkanı olan Mehmet Yunus da Saraçoğlu'nu tanımadıklarını söylemiştir. Deliorman'ın topladığı malumata göre Saraçoğlu, İtalyanların Kuşadası'nı işgaline kadar orada kalmış, daha sonra Söke'ye geçmiş, oranın zenginlerinden Hüseyin Bey'in adalara sığır satma işinde çalışmıştır. Sonra Milas'a geçmiş, orada da yine sığır ticaretiyle uğraşan zenginlerin yanında rahatça yaşamıştır. İşgalden sonra nasılsa Ödemiş Kaymakamlığı'na getirilen Saraçoğlu'na ikramiye 2. TBBM üyesi seçilince çıkmış, İnönü hükümetlerinde bakanlıklar yaptıktan sonra başbakanlığa kadar yükselmiştir.
4) Asıl hoş olan itiraf, Aydın yöresindeki kahramanlıklarıyla nam salan Yörük Efe'den gelmiştir. Yörük Ali Efe'ye göre Saraçoğlu ile Mahmut Esat Milli Mücadele sırasında bir gün yanına gelmişler ve beraber fotoğraf çektirmek istemişler. "Kızanlarımdan iki tanesinin zeybek elbisesini onlara giydirdim ve beraberce fotoğraf çektirdik. Sonradan gördüm ki, bu fotoğrafın kendilerine ait kısmını keserek bir yerde yayınlamışlar." İşte yanda gördüğünüz iki "kahraman"ımızın Efe kıyafetindeki fotoğraflarının aslı da budur.
Daha yazacak çok şey var ama arif olan anladı sanırım. Sahte kahramanların boyası er geç dökülür. Şükrü Saraçoğlu işi biraz uzatmıştı sadece, o kadar.
10 Temmuz 2011, Pazar

CHP'nin Milli Mücadele'den kaçan başbakanı kimdi?

Bundan 65 yıl önce de, 2 milletvekilinin mazbatası iptal edilmişti. Asıl bomba bundan sonra patlamış ve bir CHP'li başbakanın asker kaçağı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu başbakan, özellikle Fenerbahçelilerin yakından tanıdığı bir isimdir.

"Geçmiş, bugüne öylesine benzer ki, bunun yanında suyun suya benzerliği hafif kalır" sözünü İbn Haldun günümüz Türkiye'si için söylemiş olmalı. Nitekim 65 yıl önce, yine bir seçim sonrasında ülke öylesine hararetli bir tartışmanın kucağına yuvarlanmıştı ki, çıkan yangını ancak 1950 seçimleri söndürebilecektir.

Demokrasi tarihimize "lekeli seçim" olarak geçen 1946 seçimleri Tek Parti döneminin çürümüşlüğünü bir ayna gibi yansıtan; ama aynı zamanda çeyrek asırdır ülkeyi keyfince yöneten, hesap sorulamayan elit bir kadronun iktidarı elde tutabilmek uğruna ne tür zorbalıklara başvuracağını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu. Halkın oylarına devlet zoruyla el konulmuş, DP'nin çoğunluğu aldığı yerlerde oylar CHP'ye 'transfer edilmiş' ve gayri meşru bir 4 yıllık iktidar dönemi kıra döke açılmıştı.

İşte 1946'dan masamıza düşen aşina fotoğraflar.

1946'NIN "HATİP DİCLE"Sİ FENER'İN GOL KRALIYDI

Türkiye 2. Dünya Savaşı sonunda bir diktatörlük görüntüsündeydi. Muhalif parti yoktu, sivil toplum bitirilmişti, gazeteler süresiz kapatılabiliyordu. ABD dünyaya "Ya benden yanasınız, ya Sovyetler'den" restini çekmişti. Hür Dünya'yı seçmiştik ama ABD, kanunlarımızın totaliter devletlerinkine benzediğini yüzümüze çarpınca ve yapacağı yardımı serbest seçimlere bağlayınca İsmet Paşa, rejimin iplerini gevşetmek zorunda kalmıştı.

Çıkarılan seçim kanunu evlere şenlikti. Açık oy, gizli tasnif uygulaması getirilmişti. Oyunuzu herkesin (yani devletin) gözü önünde sandığa atacaktınız ama sandıklar kapalı kapılar ardında sayılacak ve sonuçlar ancak devletlular tatmin edildiğinde açılacaktı. Sandık başlarında resmi olmayan tutanaklar tutulmuş ve seçimi büyük şehirlerde açık ara DP'nin kazandığı belli olmuştu. Ancak 3 gün sonra sonuçlar açıklandığında şaşkınlıkla görüldü ki, seçim CHP'ye kazandırılmış, İnönü dahi seçilemediği halde Meclis'e sokulmuştu.

Bu facia üzerine Celal Bayar, Fevzi Çakmak ve Adnan Menderes gibi Demokratların ağır topları sonuçları protesto etmiş, İzmir, Bursa ve Ankara'da on binlerin katıldığı protesto mitingleri düzenlenmişti. Halk tam Tek Parti kâbusundan uyandım derken, özgürlüğün tadını çıkaramadan iradesine zorbalıkla el konulduğunu görmenin acısını yaşıyordu. Ancak bu, daha gerginliğin ilk safhasıydı.
 
395 milletvekiliyle Meclis'e giren CHP, 66 koltuğa sahip DP karşısında ezici bir üstünlük kurmuştu. Bu şaibeli tablo yeterli görülmemiş olmalı ki, muhalefeti zayıflatmak üzere başka yollara başvuruldu. Mazbatalar o zaman Meclis tarafından onaylanıyordu. Abdurrahman Münib Berkman adlı bir avukatla Fenerbahçe ve Milli Takım'ın unutulmaz golcülerinden Zeki Rıza Sporel'in mazbataları CHP'lilerin oylarıyla iptal edildi. Zeki Rıza'nın veteriner subay olmasına rağmen Milli Mücadele sırasında Ankara'ya çağrıldığı halde gitmemesi gerekçe gösteriliyordu. Heyet-i Mahsusa, sağlık gerekçesini öne süren Sporel'in Kuva-yı İnzibatiye'ye katıldığını tespit etmiş ve askerlikle ilişkisini kesmişti. Böylece askerlikten atılarak kısmen kamu hizmetlerinden yasaklı olmanın milletvekili seçilmeye engel olduğu hükmüne varılmış ve mazbatası iptal edilmişti.

ASKER KAÇAĞI BAŞBAKAN KİMDİ?

Bu görüşme sırasında konuşan DP'li Refik Koraltan, kürsüden öyle sert açıklamalar yapacaktı ki, basında yankıları aylar boyu sürecek ve Milli Mücadele tarihinin karanlık sayfaları bir kere daha açılacaktı.

Refik Koraltan, Zeki Rıza gibilerinin görevden atılmasını amir 347 sayılı kanunun "idarî mahiyette bir tasfiye kanunu" olduğunu ve siyasî bir anlam taşıdığını belirtmişti. Üstelik kanunda hukukun temel ilkelerinden olan "Kanunlar makabline şamil olmaz"ın çiğnendiğini, kanun çıktığı tarihte suç sayılmayan bir fiilin suç sayıldığını belirtmiş ve mazbata iptalini uzun uzadıya eleştirmişti. Üstelik Sporel, Milli Mücadele yıllarında İstanbul'da kurulan M.M. grubunda çalışmış, Milli Mücadele'ye adam ve silah kaçırmak için ter dökmüştü.

Koraltan, hızını alamamış ve sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı: Unutmayalım ki, demişti, o zamanlar Anadolu'ya davet edilip de gitmeyenleri, askerliğini yapmayanları saymaya kalkarsak listeye halen devlet hizmetinde çalışan memurları, profesörleri, hatta bakanları da katmamız gerekir.

Asker kaçağı bakanlar, öyle mi? Kuşkusuz basının bu konunun üzerine gitmesinden daha tabii bir şey olamazdı. Kimdi bu bakanlar? Basında günlerce devam eden sıkıştırmadan sonra Refik Koraltan nihayet o isimleri ifşa etmek zorunda kaldı:

"Şükrü Saracoğlu, Hilmi Uran ve Emin Erişirgil, Milli Mücadele'den kaçmışlardır. Eski Maliye Bakanı Fuat Ağralı ise Milli Mücadele yıllarında işgalci devletler olan İtalya ve Yunanistan'ın pasaportunu taşımıştır."

İşin garibi, bu "bomba" açıklamayı birkaç gün önceye kadar başbakan olan Saracoğlu asla yalanlamamış ve asker kaçağı bir başbakan olarak tarihe geçmiştir. (Oğlunun bilet parasını ödeyerek stada girdiğini yazan Yılmaz Özdil bu konuyu da aydınlatsa ya!) O günlerde Nadir Nadi, "Bu tatsız münakaşalar böyle uzayıp giderse yarın hangi isimlerin ortaya atılacağı ve neticelerinin nerelere varacağı kestirilemez" diye yazıyordu Cumhuriyet'te. Hakikaten de eski defterler bir kere açılırsa işin ucu nerelere varabilirdi?

Bunun üzerine DP'liler Meclis'i protesto edecek, Cumhurbaşkanı İnönü araya girip de ikna edinceye kadar sıralarını boş bırakacaklardı. Ne var ki, bütçe görüşmelerinde Başbakan Recep Peker'in Menderes'e "psikopat" demesiyle DP yeniden Meclis'i terk edecek ve bu büyük mücadele 1950'ye kadar sürüp gidecekti.

Eski "Cumhuriyet" yazarlarından Mehmet Kemal "Türkiye'nin Kalbi Ankara" adlı kitabında şöyle yazıyor: "İsmet Paşa ile hiç kimse hesaplaşamamıştır. İsmet Paşa TC'nin (...) bütün vidalarını, çarklarını makineye takan adamdı." Bugün 50 yıllık iktidarında İsmet Paşa'nın taktığı vidaları çıkarmaya uğraşıyoruz vesselam.


26 Haziran 2011, Pazar

12 Kasım 2012 Pazartesi

Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu stadı kimin?

Tam ismiyle Altınordu İdman Yurdu, 1909 yılında Galatasaray’dan ayrılan öğretmen Aydınoğlu Raşit Bey ve arkadaşları tarafından Progres International adı altında kuruldu. 1914 yılında kulüp, kongresinde alınan karar gereği adını Altınordu olarak değiştirdi. Kulübün yeni adı ünlü düşünür ve edebiyatçı Ziya Gökalp tarafından verildi. Kulüp başkanlığına İttihad ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden Talat Paşa getirildi.

Fenerbahçe’nin şu anda kullanmakta olduğu Şükrü Saracoğlu Stadı Altınordu’ya aitti. Ancak dönemin maliye vekili Şükrü Saracoğlu tarafından çıkarılan ‘Aynı semtte kurulmuş olan ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazlaysa, o semtte üye sayısı daha fazla olan kulüp faaliyetlerine devam eder’ şeklindeki yasayla Altınordu 1929’da Fenerbahçe’yle birleşti ve stadı Sarı-Lacivertliler aldı. Kulüp 1949’da Fenerbahçe bünyesinden ayrıldı ve Bostancı’da amatör kulüp olarak faaliyetlerine devam etti. 1988’deyse şimdiki yeri olan Kartal Topselvi Mahallesi’ne taşındı.